Havadis53

CHP’li Mehmet Bekaroğlu’nun bilinmeyen hikayesi

CHP İstanbul Milletvekili Mehmet Bekaroğlu, kendisini ‘siyasete iten en önemli faktör’ olarak tanımladığı 28 Şubat’ın yıl dönümü yaklaşırken, çocukluğundan bugüne hayatını, 28 Şubat sürecinin hayatına etkisini, anılarını, CHP’ye katılma hikâyesini ve HAS Parti sürecine dair hislerini Diken’e anlattı.

CHP’li Mehmet Bekaroğlu’nun bilinmeyen hikayesi
944 views
28 Şubat 2022 - 10:16

Mehmet Bekaroğlu tıp eğitimi alan, ardından psikiyatri alanında uzmanlık eğitimini tamamlayan bir doktor. Bunun yanında, Türkiye kamuoyunda bilinen bir siyasetçi. Muhafazakâr siyasetin öne çıkan isimlerinden Bekaroğlu, siyasi hayatına 1999 seçimlerinde Fazilet Partisi listesinden Rize milletvekili seçilerek kesin adımını attı. Saadet Partisi genel başkan yardımcılığı görevini yürüttü. Daha sonra buradan görevi devam ederken iken istifa etti. ‘Müslüman sol’ hareketinin önemli isimlerinden, hatta kurucularından biri olarak yer aldı.

Bugün AKP’nin önemli isimleri arasında yer alan Numan Kurtulmuş’un başkanlığında kurulan Halkın Sesi Partisi’nin kurucularından biri oldu, partinin genel başkan yardımcılığını üstlendi. HAS Parti, kendisini feshederek AKP’ye katılınca, buna dahil olmayan isimlerden biri oldu. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun davetiyle bugünkü partisi CHP’ye katıldı ve hala İstanbul vekilliği görevini yürütmekte.

Bekaroğlu Rize’de başlayan ve bugün Ankara’da siyasetçi, insan hakları aktivisti olarak devam eden hayatını, Milli Görüş Hareketi’nin lideri Necmettin Erbakan ile olan anılarını, HAS Parti’nin AKP ile birleşmesi sonucu hissettiklerini, 28 Şubat’ta en yakın arkadaşının kendisini aleyhine şahitlik yapışını, CHP’ye katılınca aldığı tepkileri anlattı.

Bize demokrat getiren adam için ağlıyorum, onu astılar

Bize siyasetçi kimliğinin dışındaki Mehmet Bekaroğlu’nu kısaca anlatır mısınız? Nasıl bir çocukluk ve gençlik geçirdi?

Ben, Rize’nin Fındıklı ilçesinde doğdum. Babam ÇAYKUR’da mevsimlik işçiydi. Toprakta çalışır, çobanlık yapardık; ama köyde güzel bir çocukluk ve ilk gençlik yaşadım. Çocukluk ve ilk gençlik yıllarında öğretmenimiz seferberlik görmüş olan babaannemdi. Türkçeyi –ki ana dilimiz Lazcadır, Birinci Dünya Savaşı ve İstiklal Savaşını, büyüklerimizin yaşadığı sıkıntıları, kahramanlıklarını, kıtlığı, babaannemden öğrendik.

Benim için zor yıllar lisede başladı. Çünkü o yıllarda ilçede lise olmadığı için önce Ağrı’da öğretmen olan ablamın, sonra da Kırıkkale’de işçi olan dayımın yanında kaldım. Gurbet işte, bilirsiniz zordur…

Tıp fakültesine ise annemin zorlamasıyla girdim; doktor olup onun hastalıklarını, romatizmalarını tedavi edecektim… Ama psikiyatri uzmanı oldum, annemi kendim değil, arkadaşlarıma tedavi ettirdim.

‘Demokrat’ kelimesi siyasi anlamının dışında sizler için başka anlamları da var sanırım. Bunu biraz anlatır mısınız?

İlkokul ikinci sınıftaydım, bir gün eve geldiğimde babaannem ağlayıp sayıyordu (Lazca: ağıt). Kendisine sarılıp, teselli etmeye çalıştım. Bunu her zaman yapardı; isimlerini bana ve kardeşime verdiği Allahuekber Dağları’nda donarak ölen ve kayıtlara ‘meçhul’ olarak geçen ağabeyleri Mehmet ve Şevki için ağlayıp sayardı, yine öyle sandım. Ama değilmiş…

“Bize demokrat getiren adam için ağlıyorum, onu astılar” dedi. Bu sözleri çok sonra çözmüştüm. ’Demokrat’ bizim Fındıklı’da lastik ayakkabı, ilaç ya da içki şişelerine gaz yağı koyup içine bez fitil sarkıtılarak yakılan ‘el yapımı’ gaz lambasına denir. İnsanlar, çarığın lüks olduğu, gaz yağı bulunmadığı için açık ateş ışığında oturdukları kıtlık döneminden sonra, 1950’lerde Demokrat Parti’yle beraber geldiği için lastik ayakkabı ve el yapımı gaz lambasına ‘demokrat’ demişler. Bu da Lazların feraseti; zenginlikle demokrasiyi bu şekilde örtüştürmüşler.

Babaannem Menderes asıldığı zaman ağlamıştı, ama hiçbir zaman Demokrat Parti’ye oy vermemiştir. Çünkü dedem Bekarişi Ahmedi, sert adammış; bırakın aileyi, tüm mahalleyi toplayıp CHP’ye oy verdirirmiş. Dedem, eşkıya tarafından öldürülen çok sevdiği amcaoğlunun intikamını aldığı için yıllarca kaçak hayatı yaşadıktan sonra, CHP’nin çıkardığı özel afla özgürlüğüne kavuşmuştu.

Siyasete nasıl başladınız?

Bizim kuşağımızın hepsi siyasetçiydi zaten. Tıp fakültesi yıllarında Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) ve Akıncılara da giderdim; ama bu gruplara ve herhangi bir cemaate mensup değildim, bağımsız bir İslamcıydım. Mısır, Lübnan, Pakistan ve İranlı yazarlardan tercümeleri okurdum. Seyit Kutup, Mevdudi, Hamidullah gibi yazarlardan etkilendim, ama beni en çok çarpan İran ve İranlı yazarlar oldu. Tabii Nurettin Topçu ve Sezai Karakoç’un yazılarını her zaman altını çizerek okuduğumu söylemem lazım. Asistanlık yıllarımdaki İran devrimini yakından izledim; İran devrimini çok alkışladım ama çok kısa bir süre sonra İslamcılığın sorunlarını ve sıkıntılarını İran Devrimi üzerinden fark ettim ve eleştirmeye başladım. Bu arada Ali Şeriati ile İslam’ın sol ve özgürlükçü yönünü keşfettim, neticede devlet ve din konusunda “Devletin dini adalettir” ilkesine gelerek tekrar “La ilahe illallah” dedim; hala da aynı yerdeyim.

‘Aktif siyasete girmem 28 Şubat’ın ürünü’

28 Şubat’ın nasıl bir etkisi oldu?

Hiç aklımda yokken 28 Şubat süreci beni aktif siyasetin içine çekti. Refah Partisi ve Erbakan Hoca’nın yükselişine karşı, 28 Şubatçıların örgütledikleri baskı rejimi hepimizi etkiledi. Üniversitede hem 28 Şubatçılardan hem de 28 Şubatçıların gözüne girip hışmından kurtulmak isteyen cemaatçilerin ikili baskısına uğradım, soruşturmalar geçirdim. Hiç ilgim olmayan şeylerle suçlandım… ‘Arkadaşım’ olarak bildiklerim bile gidip aleyhime yalancı şahitlik yaptılar. İslamcılığı ve sığ-kaba dilini eleştirdiğim bir yazım dolayısıyla, yine ‘İslamcıların’ ihbarıyla şeriatçılık ve Atatürk’e hakaretten dava açtılar. Profesörlüğe yükseltilmem engellendi. Beraat ettim, Danıştay kararıyla profesör oldum, ama çok bunaldım. Ayrıca üniversitede okuyan iki kızım başörtüsü nedeniyle okulu bırakmak zorunda kaldı.

İşte bu dönemde yapılan ve kurbağa ürkütmekten başka işe yaramayan işler dolaysıyla dönemin Refah ve Fazilet Partisi yöneticilerini aramaya, “Böyle değil, şöyle olursa daha iyi olur” demeye, bir süre sonra da raporlar yazmaya başladım. Bu süreç Erbakan Hoca’yla tekrar tanışmamı, birlikte çalışmamı ve 18 Nisan 1999 seçimlerinde Rize Milletvekili olmamı getirdi.

28 Şubat’ın siyasi tarafını bir kenara bırakacak olursak, bu süreç sizin kişisel hayatınızda ne gibi kırılmalara yol açtı?

O dönem Karadeniz Teknik Üniversitesi’nde öğretim üyesiydim. Soruşturmalar geçirdim, yargılandım, kızlarım üniversiteyi bırakmak zorunda kaldılar. Ancak 28 Şubat müdahalesinin neden olduğu hayatımdaki esas kırılma, aktif siyasete girmem oldu.

Yani benim aktif siyasete girmem 28 Şubat’ın ürünü.

Nasıl?

Bir gün, şimdi nerede yaptığımı hatırlamıyorum ama bir konuşmamda hükümet ve o zaman Rize Milletvekili ve başbakan yardımcısı olan rahmetli Mesut Yılmaz için “28 Şubat ürünleri” dedim. Rize’den başka bir milletvekili daha vardı; Ahmet Kabil… Pratik zekâlı, lafları ile vurdu mu oturtan cinsinden bir ağabeyimizdi. Trabzon Havaalanı’nda gazeteciler kendisine “Bekaroğlu sizin için 28 Şubat ürünü dedi, ne cevap vereceksiniz?” diye soruyorlar. Kendisi de hemen cevabı yapıştırıyor: “Asıl 28 Şubat ürünü Bekaroğlu’dur. 28 Şubat olmasa ve Şevki Yılmaz’a siyasi yasak gelmeseydi, Bekaroğlu milletvekilliğini rüyasında bile göremezdi.” Sayın Ahmet Kabil yerden göğe kadar haklıydı…

Hiçbir zaman böyle bir hayat yaşayacağımı düşünmemiştim. Akademisyenliğin ilk yıllarında uzmanlık, tezler, doçentlik sınavları, bir an önce dosyaları olgunlaştırma isteği derken ancak rahatlıyorsunuz, esas uzmanlaşacağınız alanı seçiyorsunuz, sindire sindire çalışmaya başlıyorsunuz. İşte ben de tam böyle yapacakken, 28 Şubat geldi ve ocağımızın ortasına düştü, darmadağın etti bizi. Tamam, siyasete yabancı değildim, olup bitenleri takip ediyordum, düşüyordum, siyaset üzerine yazıyordum da aktif siyasetin bir sürü işi var, bunları öğrenip yapmak zorundaydım. Ben 1999’da milletvekili olup Ankara’ya geldiğim sıralarda Milli Görüş’te yenilikçilik ve gelenekçilik tartışmalarını yaşandığı bir dönemdi, parti içi çekişmelerin de içine düşmüştüm.

‘En yakın çalışma arkadaşlarımdan bir hakkıda ihbarda bulunmuş’

28 Şubat’a giden süreçte en yoğun yaşadığınız duygu neydi?

İnsanların kişiliği zorluklarda, sıkıntılı zamanlarda ortaya çıkar; sınavdır böyle zamanlar. Biz 68 kuşağıyla başlayıp ve 78 kuşağını da bütün olarak yaşayan insanlarız. Ben 12 Eylül’ün insan kişiliklerinde yaptığı yıkımı 28 Şubat’ta gördüm. İdealist genç insanlarız, Allah rızası için yapıyoruz her ne yapıyorsak, adalet idealinin peşindeyiz, dürüstüz, merdiz, hiçbir şeyden korkmuyoruz.

YÖK Denetleme Kurulu soruşturma dosyasını önüme koydu, “Bir saat süre veriyoruz, oku, sonra ifadeni alacağız” dediler. Ancak baş taraflarını okuyabildim, ifademi verdikten sonra, “Esas ifademi yazılı vereceğim, o nedenle dosyayı istiyorum, üzerinde çalışacağım” dedim. Biraz bekledikten sonra da tüm dosyanın fotokopisini verdiler. Akşam okurken neler görmedim ki dosyada. En yakın çalışma arkadaşlarımdan biri, çağrılmadan gitmiş ve hakkımda ihbarda bulunmak istemiş. Hiç olmamış şeyleri olmuş gibi uydurmuş ve adamlara anlatmış, iftira atmış.

Neden?

Ön kesiyor; “Bekaroğlu kötü, ben kötü değilim, devletin hizmetindeyim” diyor. Böyle demiyor ama bunu demek istiyor. Bu duyguya hayal kırıklığı mı dersiniz bilemiyorum ama ben size hissettiklerimin bendeki somatik belirtisini söyleyeyim: Kustum.

En zor gününüz de bu muydu?

En zor gün sanırım bu dosyayı okuduğum gündü. Ama kızımın okulu bırakıp, Trabzon’a döndüğü ve saatlerce bütün ailenin ağladığı gün de çok zordu.

‘Hiç aklımıza gelmeyen 28 Şubat’ı fırsat bilen gruptu’

Malum MGK toplantısı sürecinde ve sonrasında ne düşündünüz?

Bunun bir muhtıra olduğu açıktı tabii. Nasıl cevap verilmesi gerektiğini günlerce tartıştık. Ben sadece hükümetin değil, toplumun geniş bir kesimini çok uzun süre etkileyeceğini düşünüyordum. Nitekim çok kısa bir süre sonra “28 Şubat bin yıl sürecek” açıklaması geldi.

28 Şubat Milli Güvenlik Kurulu bildirisi toplumsal ve siyasal hayatın her alanını ilgilendiriyordu. “Siviller de vardı, başbakan ve bakanlar da kurul üyesiydi” gibi lafları bir tarafa bırakırsak; askerler hükümete “Eğitimi, okulları, üniversiteleri, STK’ları, cemiyet hayatını, cemaatleri, hatta ekonomiyi şöyle düzenleyeceksin, şunları yapacaksın, şunların yapılmasını önleyeceksin” diyordu.

Hiç aklımıza gelmeyen, düşünemediğimiz şey ise Refah Partisi’nin içinden bir grubun 28 Şubat’ı fırsat bilerek “Hocayla olmuyor” deyip ayrı bir parti kuracağı, bu partinin iktidar olacağı ve bir süre sonra da 28 Şubat’ın arkasındaki zihniyet ve aktörlerle birlikte Türkiye’de otoriter-totaliter bir sistem kuracağı, üstelik de bütün bunları 28 Şubatçı askerleri 90 yaşında cezaevine koyarak yapacaklarıydı.

‘Hocanın, Oğuzhan ağabeyi susturması unutulmazdı’

Milli Görüş Hareketi’nin lideri Necmettin Erbakan’la bu süreçte kurduğunuz ve unutamadığınız diyalog oldu mu?

Erbakan hocayla 1998 yılında başlayarak on yıldan fazla yakın çalışma imkânı buldum. Birçok kere söylediğimi burada da tekrarlamam gerekiyor: Hoca, çok nazik bir insandı, tam bir beyefendiydi. Her konuyu istişare ederdi, herkesi sonuna kadar dinlerdi. Elbette birçok konuda onun gibi düşünmüyordum, verdiği kararlarının birçoğuna da katılmadım ama onunla çalışmaktan her zaman zevk aldım ve faydalandım. Unutamadığım çok anı var. Birini size anlatayım.

Hoca, Refah Partisi’nin kapatılmasıyla birlikte aldığı beş yıllık siyasi yasak cezasından sonra partinin başına geçmek istiyordu ve bunun için Konya’da genişletilmiş bir genel idare kurulu toplantısı yapmıştı. Ben, Numan Kurtulmuş ve birkaç arkadaş hocanın tekrar partinin genel başkanı olmaması gerektiğini söylüyorduk. Toplantıda çok hararetli konuşmalar oldu.

Ben hocanın ne için genel başkanlığa dönmemesi gerektiği çerçevesinde bir konuşma yaptım ve sonunda bu konuşmayı yazılı olarak da hocaya da verdim. Konuşma esnasında birçok kere sözüm kesildi. Konuşmanın ortalarında rahmetli Oğuzhan (Asiltürk) Ağabey ayağa kalkarak, “Yeter Bekaroğlu, sen kimsin de Hoca’ya bunları söylüyorsun, sus otur yerine!” diye bağırdı. Hoca sakin bir şekilde “Oğuzhan Bey; burada istişare ediyoruz, herkes her şeyi rahat bir şekilde söyleyemezse doğrular nasıl ortaya çıkacak, nasıl doğru kararlar alacağız?” diye Oğuzhan ağabeyi susturması gerçekten unutulmazdı.

Bir şey daha var: “Hoca tekrar genel başkan olmasın” derken genel başkan adayımız İstanbul il başkanı Numan Kurtulmuş’tu. Bu toplantı öncesinde Numan beyle birlikte benzer konuşmalar yapmaya karar vermiştik. Ancak Numan bey bana gelen tepkilerden sonra tek söz etmedi ve ben ‘Timur’un karşısındaki Nasrettin Hoca’ pozisyonuna düştüm. Numan Bey konuşmadı, ama dışarıda El-Aziz Grubu’ndan gençler ikimize birden saldırdı..

Aileniz ve dostlarınız 28 Şubat sürecinde sizler için endişeli miydi? Bunu sizlerle paylaşıyorlar mıydı?

Elbette aile, eşim, çocuklarım endişe ediyorlardı. Neticede biz insanız; üniversiteden atılmanın, hapse girmenin kapısından döndüm.

‘HAS Parti’nin kuruluşunda istekli değildim’

Hazır Numan Kurtulmuş’tan bahsetmişken, HAS Parti süreci nedeniyle kırgınlığınız var mı?

2004’te aktif siyaseti bırakmış, bir taraftan özel muayenehanemde çalışıyor, diğer taraftan da aralarında Ömer Laçiner, Nuray Mert, Yıldız Ramazanoğlu, Hrant Dink, Nihat Genç, Hayri Kırbaşoğlu, Hakan Albayrak ve Aydın Çubukçu’nun da bulunduğu bir grup arkadaşla kurduğumuz Doğu Konferansı Platformu’yla Ortadoğu ülkelerine yönelik sivil diplomasi çalışmaları yapmaya başlamıştık.

2007’de yayınladığım kitabımda Numan Kurtulmuş’la ilgili bazı yaşanmışlıkları anlatmış ve bundan böyle benim için onunla birlikte yol yürümenin söz konusu olmayacağını yazmıştım. Nitekim Numan Kurtulmuş, Saadet Partisi’nin genel başkanı olmuş ama çağırmasına rağmen ben yönetimine girmemiştim.

Birçokları şaşırabilir ama ben HAS Parti’ye çok istekli olarak kurucu olmadım. HAS Parti’ye biraz da Numan beyle benim tanıştırdığım Zeki Kılıçaslan’ın hatırı –baskısı ile de diyebilirim-kurucu oldum. Önce HAS Parti kurulurken, sonra da kongrede Saadet Partisi eski yöneticilerinden oluşan bir liste oluşturulunca, Numan beyle niçin yol yürünemeyeceğini anlattım; ama Zeki Hoca ve diğer arkadaşları ikna edemedim.

Numan Kurtulmuş’la ‘yol yürünemez’ derken elbette onun kişiliğinden söz etmiyorum. Numan bey bizim yıllarca kafa yorduğumuz ‘Müslüman sol’ düşünce ve söyleme hiçbir zaman inanmadı; o sadece, HAS Parti’nin kuruluşunda bu söylemi, yazdığımız programı araçsal buldu ve kullandı. Nitekim ‘bir şey olmak’ için bu aracın şimdilik elverişli olmadığını görünce de partiyi kapatarak AKP’ye katıldı.

Tabii kişisel kırgınlığım yok, ama bir çalışmayı, belki de siyaset için önemli bir imkânı harcadı gitti. Bu düşünce ve söylem, yani ‘Müslüman sol’, samimi insanlar gerektirir, işte Numan Kurtulmuş böyle bir insan grubunun omuzlarına basıp gitti. Ben şunu iddia ediyorum: 2011 seçimlerinde HAS Partiye oy veren 370 bin kişinin tamamı böyle insanlardan oluşuyordu. Her biri bilinçli bir şekilde bu partiye dâhil olmuştu ve her biri partinin il ve ilçe yöneticisi olabilecek donanımdaydı.

‘CHP’ye katılmamı küfür sayanlar oldu’

CHP’de siyasete devam etmeniz çevrenizde nasıl karşılandı? Kemal Kılıçdaroğlu’nun sizi partiye davetini duyunca ne hissettiniz?

Çevremde çok farklı tepkiler aldım elbette. Onaylayanlar da yaptığım işin ‘küfür’ olduğunu söyleyenler de oldu. Türkiye siyasi geleneğinde parti sadece bir araç değildir; ideolojinin kendisi gibidir. İdeoloji dinden devşirilmişse din gibidir. Ben uzun yıllardır öyle bakmıyordum.

Aktif siyaset elbette araçlarla yapılır. Benim düşüncem odur ki siyaset tüm insanlar için güvenlik, refah ve özgürlük ortamı sağlamak için yapılmalıdır. Bunu tek başınıza yapamazsınız; bir partiye ihtiyacınız vardır. Sayın Kılıçdaroğlu, 2014’te beni CHP’ye davet ettiğinde, CHP’yi böyle bir parti yapmaya çalışıyordu, tüm insanlar için güvenlik, refah ve özgürlük arayışı içindeydi.

Her şey zor oldu elbette; sayın Kılıçdaroğlu’nun partiyi bu yönde değiştirmesi de benim bu çalışmalara katılıp katkı sağlamam da kolay olmadı. Ama çok yol kat edildi. Bugün CHP, ‘dostlarıyla birlikte’ iktidara namzet, Türkiye’yi demokratikleştirecek ve herkes için adaleti inşa edecek bir siyasi parti olarak tekrar milletin ümidi haline gelmiştir.

‘Hem İHD’ye hem de Mazlum-Der’e üye oldum’

Rizeli bir insan hakları aktivisti kimliğinize dair dönüşler aldığınız oldu mu?

Ben çocukluğumdan itibaren insan hakları savunucusuyum. Daha doğrusu haksızlığa karşı çıkıyorum, tabii başkasına yapılan haksızlığa da… Bu konudaki ilk mücadelemi bizi boy sırası yapan ilkokul ikinci sınıftaki öğretmenime karşı yaptım. Daha uzun olan oğlunu öne, arkadaşımı arka sıraya oturtmuştu ve ben buna karşı çıkmıştım. Öğretmenim de yanağımı kızartmıştı.

İnsan hakları savunuculuğunda çok uzun bir yol hikâyesi var. Ama esasen 12 Eylül sonrası bu işi örgütlü olarak yapmaya başladık. Ben hem İHD’ye hem de Mazlum-Der’e üye oldum. Karşı mahallenin insan hakları mücadelesine katılma konusunda ilklerden olduğumu söyleyebilirim.

Burada bir anımı anlatmama izin verin. Yıllar önce bir benzin istasyonunda Rizeli bir kamyoncu beni durdurdu ve şunları söyledi: “Bekaroğlu, seni hiç sevmezdim, ‘solcuların, Alevilerin, Kürtlerin hakkı hukuku’ diyorsun diye kızıyordum. Ama bir ay kadar önce Batman’da ilginç bir şey yaşadım. 53 plakayı gören birisi lokantada yüksek sesle ‘Sen Bekaroğlu’nun memleketindensin, herkesin hakkını savunan bir adam, böyle milletvekiliniz olduğu için seni tebrik ediyorum’ dedi. Seninle gurur duyduk, teşekkür ederim.”

Son olarak, çocuklarınızın siyasete girmesini ister misiniz?

Girsinler tabii. Tüm sıkıntıları ve zorluklarına rağmen, neticede halka hizmet etmenin en önemli yoludur siyaset. Çocuklarım insanlar için çalışacaklarsa, bu şekilde siyaset yapacaklarsa onur duyarım.

timbir - birlik haber ajansi